Sayfalar

3 Nisan 2016 Pazar

Baştan Çıkaran İkili: Korku ve Endişe

Şiddetin dozu ülkemizin yakın tarihindeki en kötü dönemleri aratmıyor. Haksız yollarla haklılığı tartışma götürür hedeflere ulaşılacağı zannedildi. Kötülük kötülüğü, şiddet şiddeti doğurdu. Aşılmaz denen sınırlar aşıldı. Ölüm burnumuzun dibine kadar sokuldu. Ve henüz dibi görmemiş olabiliriz. Keder, öfke, korku, endişe ve umutsuzluk için ne kadar elverişli bir ortam değil mi?…

Son saldırılarda aramızdan bazı yakınlarımızın ayrılmış olması kuvvetle muhtemel, yolları ışıkla dolsun. Onlar ikilikten sıyrıldılar, deneyimlerinin değerlendirmesini yapıyorlar şimdi.

Peki bizler? Geride kalanlar için hayat devam ediyor. Ama nasıl?

Dünyaya korku ve paranoya dolu bir deneyim için gelmemişsek (!) ya da böyle bir eziyeti özgür irademizle tercih etmiyorsak (!) korkuya kapılmaktan imtina etmeliyiz.  

Ancak beş duyuyla algıladığımız bu âlem çok ayartıcı değil mi? Enerji fırtınalarının cazibesine kapılmamak gerçekten güç olabiliyor. Son dönemde geldiğimiz şu durumu bir kenara koyalım, her şeyin göreceli olarak güllük gülistanlık olduğu durumlarda bile kendimize korkacak bir şey bulmak hiç zor olmuyordu: Kimyasallar, elektro manyetik dalgalar, allerjenler, kanserojenler, hormonlar, toksik maddeler… Az çok gerçekliği olan korku kaynakları yine bir kenarda dursun, komplo teorileri ve kitlesel paranoyalar da her an tanrısal özünü unutmaya meyilli olan bizlerin hizmetindeymiş gibi görünüyor.

Malumunuz, ruh, deneyimlemek ister. Deneyimlerimizi yaşadığımız bu âlem ise zıtların birliğiyle anlam kazanıyor. Algılarımız bu zıtlıklar üzerine kurulu olsa da aslında ruh için iyi ya da kötü deneyim yok, sadece deneyim var...

Yine malumunuz, yaşayacağımız deneyimlerin bir amacı var. Doğmadan önce ana hatlarıyla karar verdiğimiz bir yaşantıyı sürdürüyoruz. Özgür irademizle bu deneyimler karşısında belli bir tavır alıyoruz (ya da tutum geliştiriyoruz veya kararımız doğrultusunda eyleme geçiyoruz). Bu deneyimleri kendi ellerimizle hazırlamışızdır. Nihayetinde dünya, karşısına geçtiğimiz bir aynadır. Amacımız bu deneyimlerin içimizde tetikleyeceği enerji patlamalarını yönetebilir hale gelmektir; içsel değişim ve dönüşümdür, tekâmüldür.

Yapılması gerekeni sakince ve sevgiyle yapar hale gelene kadar, farklıymış gibi görünen ama aslında benzer temalı deneyimleri yaşayıp dururuz. İşler sürekli daha ‘kötü’ye gider gibi görünürken, deneyimler biçimsel olarak çok çeşitli olabilir, her deneyimde olgunlaşmanın sonucu ve yapılması gerekenler de farklı olabilir. Bazen eylem, bazen eylemsizlik… Her şeyin bir oyun olduğunu unutmadan, sevgiyle gerekeni yapar hale gelmektir amaç.

Sonuçta, korkuya gereğinden fazla rağbet etmemeliyiz. Sosyal ilişkilerimizde onu paylaşarak çoğaltmamalıyız. Dahası, içimize dönerek korkumuzun kaynağını aramalıyız. Kolayca endişeye düşüyor, korku tüketmeye eğilim duyuyorsak hemen diğerlerini de işe katmak yerine mesela dünyanın güvensiz bir yer olduğuna dair inancımızın kökeninde ne yatıyor, onu aramalıyız. Böylece kurban rolünden bir ölçüde sıyrılmanın da yolu açılacaktır. Ne de olsa bizim işimiz korkuyla değil, sevgiyle… Ve ‘bulanmadan akmak ne hoş’, öyle değil mi?

Yapabiliyor muyuz?...   





*Bu yazıyı, çocuk istismarı vakaları birbiri ardına ortaya çıkmadan önce, ölüm korkusu temelinde yazmaya başlamıştım. Ülkemizde cinsel enerjinin yönetimi de henüz halledemediğimiz, çok büyük bir sorun.  Kabul edilemez usuller tarihimizde var olduğu gibi, günümüzde de yaygın. Sadece yokmuş gibi yapıyoruz. Fakat bizi tekâmüle zorlayan süreçler iyice hızlandı. Yokmuş gibi yaptığımız karanlık yönlerimizle milletçe yüzleşebilmemiz için çözmemiz gereken sorunlar gözümüze sokuluyor adeta. Bu roller de çok zor, oynayan tüm ruhlara selam olsun. Toplu ölümlerle sarsılmış ve korkuya kapılmışken, bu kez de riyakârlığa ve canavarlığa duyduğumuz öfke ve tiksinti duygusuyla karşı karşıyayız. Korkudan öfkeye, belki oradan tekrar korkuya, endişeye ya da umutsuzluğa sürükleyecek deneyimler peşi sıra gelecek gibi görünüyor. Fakat yazının mesajı aynı kalıyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder