Şiddetin dozu ülkemizin yakın
tarihindeki en kötü dönemleri aratmıyor. Haksız yollarla haklılığı tartışma
götürür hedeflere ulaşılacağı zannedildi. Kötülük kötülüğü, şiddet şiddeti
doğurdu. Aşılmaz denen sınırlar aşıldı. Ölüm burnumuzun dibine kadar sokuldu. Ve
henüz dibi görmemiş olabiliriz. Keder, öfke, korku, endişe ve umutsuzluk için
ne kadar elverişli bir ortam değil mi?…
Son saldırılarda aramızdan bazı yakınlarımızın
ayrılmış olması kuvvetle muhtemel, yolları ışıkla dolsun. Onlar ikilikten
sıyrıldılar, deneyimlerinin değerlendirmesini yapıyorlar şimdi.
Peki bizler? Geride kalanlar için
hayat devam ediyor. Ama nasıl?
Dünyaya korku ve paranoya dolu
bir deneyim için gelmemişsek (!) ya da böyle bir eziyeti özgür irademizle
tercih etmiyorsak (!) korkuya kapılmaktan imtina etmeliyiz.
Ancak beş duyuyla algıladığımız
bu âlem çok ayartıcı değil mi? Enerji fırtınalarının cazibesine kapılmamak gerçekten
güç olabiliyor. Son dönemde geldiğimiz şu durumu bir kenara koyalım, her şeyin
göreceli olarak güllük gülistanlık olduğu durumlarda bile kendimize korkacak
bir şey bulmak hiç zor olmuyordu: Kimyasallar, elektro manyetik dalgalar, allerjenler,
kanserojenler, hormonlar, toksik maddeler… Az çok gerçekliği olan korku
kaynakları yine bir kenarda dursun, komplo teorileri ve kitlesel paranoyalar da
her an tanrısal özünü unutmaya meyilli olan bizlerin hizmetindeymiş gibi
görünüyor.
Malumunuz, ruh, deneyimlemek
ister. Deneyimlerimizi yaşadığımız bu âlem ise zıtların birliğiyle anlam kazanıyor.
Algılarımız bu zıtlıklar üzerine kurulu olsa da aslında ruh için iyi ya da kötü
deneyim yok, sadece deneyim var...
Yine malumunuz, yaşayacağımız
deneyimlerin bir amacı var. Doğmadan önce ana hatlarıyla karar verdiğimiz bir
yaşantıyı sürdürüyoruz. Özgür irademizle bu deneyimler karşısında belli bir
tavır alıyoruz (ya da tutum geliştiriyoruz veya kararımız doğrultusunda eyleme
geçiyoruz). Bu deneyimleri kendi ellerimizle hazırlamışızdır. Nihayetinde dünya,
karşısına geçtiğimiz bir aynadır. Amacımız bu deneyimlerin içimizde tetikleyeceği
enerji patlamalarını yönetebilir hale gelmektir; içsel değişim ve dönüşümdür,
tekâmüldür.
Yapılması gerekeni sakince ve
sevgiyle yapar hale gelene kadar, farklıymış gibi görünen ama aslında benzer
temalı deneyimleri yaşayıp dururuz. İşler sürekli daha ‘kötü’ye gider gibi
görünürken, deneyimler biçimsel olarak çok çeşitli olabilir, her deneyimde
olgunlaşmanın sonucu ve yapılması gerekenler de farklı olabilir. Bazen eylem,
bazen eylemsizlik… Her şeyin bir oyun olduğunu unutmadan, sevgiyle gerekeni yapar
hale gelmektir amaç.
Sonuçta, korkuya gereğinden fazla
rağbet etmemeliyiz. Sosyal ilişkilerimizde onu paylaşarak çoğaltmamalıyız. Dahası,
içimize dönerek korkumuzun kaynağını aramalıyız. Kolayca endişeye düşüyor,
korku tüketmeye eğilim duyuyorsak hemen diğerlerini de işe katmak yerine mesela
dünyanın güvensiz bir yer olduğuna dair inancımızın kökeninde ne yatıyor, onu
aramalıyız. Böylece kurban rolünden bir ölçüde sıyrılmanın da yolu açılacaktır.
Ne de olsa bizim işimiz korkuyla değil, sevgiyle… Ve ‘bulanmadan akmak ne hoş’,
öyle değil mi?
Yapabiliyor muyuz?...
*Bu yazıyı, çocuk istismarı
vakaları birbiri ardına ortaya çıkmadan önce, ölüm korkusu temelinde yazmaya
başlamıştım. Ülkemizde cinsel enerjinin yönetimi de henüz halledemediğimiz, çok
büyük bir sorun. Kabul edilemez usuller
tarihimizde var olduğu gibi, günümüzde de yaygın. Sadece yokmuş gibi yapıyoruz.
Fakat bizi tekâmüle zorlayan süreçler iyice hızlandı. Yokmuş gibi yaptığımız
karanlık yönlerimizle milletçe yüzleşebilmemiz için çözmemiz gereken sorunlar gözümüze
sokuluyor adeta. Bu roller de çok zor, oynayan tüm ruhlara selam olsun. Toplu
ölümlerle sarsılmış ve korkuya kapılmışken, bu kez de riyakârlığa ve
canavarlığa duyduğumuz öfke ve tiksinti duygusuyla karşı karşıyayız. Korkudan
öfkeye, belki oradan tekrar korkuya, endişeye ya da umutsuzluğa sürükleyecek
deneyimler peşi sıra gelecek gibi görünüyor. Fakat yazının mesajı aynı kalıyor…