İnsanların
ölüm fikriyle ilişkisinin -açıkça ya da gizlice- korku temelli olduğunu
düşünüyorum. Belki de ölümden sonra ne oluyor diye soracağımıza, ölümden önce kayda
değer bir şey oluyor mu diye sormalıyız J
Ama yine de soralım: Ölünce ne olur?
Okuduklarıma
göre, fiziksel bedenin sınırlarını aşan, başka bir varoluş haline geçeriz.
Zihnin kısıtlayıcı kalıpları terkedilmiştir. Dünyevi dert ve tasalar uçup
gider. Beş duyunun ötesinde algılar açılır, saf biliş haline geçilir. Tarifsiz
bir hafiflik eşliğinde koşulsuz sevgi deneyimlenir. Hatta sevgi olunur. Dünyevi
bağlardan özgürleştikçe esenlik duygularıyla dolup taşan bilinç genişler, zaman
ve mekân sınırları da ortadan kalkar… Geçici bir süre, ölümden sonrasına
ilişkin koşullanmalarımız doğrultusunda sanal bir gerçeklik yaratıp onu
deneyimlememiz de mümkün ama önünde sonunda bu yanılgılı hal de ortadan kalkar.
Nihayetinde tüm varoluşla bir olma deneyimi yaşanır. Bunun son noktası, hala
ikiliği çağrıştıran ‘bir olma’ deneyimini de aşarak mutlak tekilliğe
ulaşmaktır. Bu nokta hiçliktir. Bilen anlatamaz, anlatan bilemez…
Kulağa güzel
geliyor değil mi? Ama öyle diye ölmeyi isteyecek değiliz… Çoğumuz içten içe
‘yuvaya dönmeyi’ ister ve yüzeyde istemiyor gibi görünse de bu dünyadan
ayrılmanın koşullarını yavaş yavaş yaratır… Fakat kendimize şunu sormamız
lazım: Madem böyle apar topar dönmeyi isteyecektik, en başta neden geldik peki?
Oysa aslolan hayattır, ruh hayata deneyimlemek için gelir. Ruh yargılamadan,
sadece deneyimlemek ister. Beş duyuyla algılamak, fiziksel olarak deneyimlemek…
Dahası, bilincin bu ‘olağandışı’ hallerine yaşarken de ulaşmak mümkün… Çeşitli
teknikler var… Fakat amaç sürekli bu halleri kovalamak, bu sırada da hayattan
elini eteğini çekmek de olmamalı. Gitmeye can attığınız bir tatile sonunda gidip
de kafanızı evin fotoğraflarından kaldırmamaya benzer bu. İnsanın aslında
sınırsız olan potansiyeline ulaşmaya çalışmak, bunu yaparken bilinci genişletip
yukarıda birkaç örneğini verdiğim dönüştürücü deneyimleri yaşamak elbette çok
güzel. Amaç, hayatı zenginleştirmek olduğu sürece... Böylesi dengeli bir
yaklaşım, bence en güzeli.
Anita Moorjani
de, mükemmel bir şekilde aktardığı ölüme yakın deneyimi sırasında işte bu
idrake varıyor. Kim olduğu gerçeğini öğrendiği anda kararını yaşamaktan yana
kullanıp ‘geri’ dönüyor. Bu bakımdan çok severek okuduğum bir kitap oldu.
Moorjani kitapta öncelikle kendisini kansere - ve neredeyse ölüme - götüren
olumsuz zihinsel koşullanmaların yıllar içinde nasıl da oluşup perçinlendiğini anlatıyor.
O döneme kadarki hayatını ve özellikle yetersizlik inancına ilişkin anılarını
içeren bölümleri, mükemmel kapsamı ve anlatımıyla eksiksiz bir ölüme yakın
deneyim anlatımı izliyor. Kitabın izleyen bölümlerinde ise, yaşadığı bu
doğrudan deneyim sonucunda edindiği bilgiyi ve hayat görüşündeki değişiklikleri
paylaştığı bölümler izliyor ki bunlar hiç de sıradan bilgiler ve görüşler
değil. Moorjani’nin bu kitapta bize aktardıkları, piyasadaki birçok kitabın
aktarmaya çalıştığının çok ötesinde bir derinliğe sahip.